29 Mart 2013 Cuma

Postcrossing - İlk Kartpostal

Birkaç gün önce ilk kartpostalım teee Amerikalara ulaştı. Ben gönderdikten sonra 11 günde gitti, bununla beraber bir adet de almanyaya göndermiştim. 17 gün oldu hala ses seda yok. Gerçi gönderdiğim adam ufak bir köyde yaşıyormuş, belki bu yüzden hala gitmemiştir ama ben hala kartpostalımın akıbetini merak etmekteyim. Çünkü Almanya az gelişmiş bir ülke değil, eminim posta servisi oldukça iyidir... Büyük bir heyecanla ikinci kart da ulaşsın da öyle yazayım diye düşünmüştüm ama daha fazla bekleyemedim. Az önce de 4 tane daha kartpostal yazdım, yarın göndereceğim.

Gelişmeleri bildiririm. Bir de 3 hafta içerisinde bana bir adet kartpostal gelmesi gerekiyor. Geldiğinde görün siz yaygarayı! :)


27 Mart 2013 Çarşamba

Grinin Elli Tonu, Alacakaranlık ve Harry Potter


     Uyarı olarak; üç seri hakkında da ciddi spoiler içeriyor. Üstelik yazıyı bitirip internette göz gezdirdikten sonra anladım ki Alacakaranlık benzetmesini yapan tek insan değilmişim. Oysa kendimce bir keşifte bulunmuştum... Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim.

     Birkaç gün önce Elli Ton serisinin son kitabını da bitirmiş bulunuyorum. Bir gecede ilk iki kitabını, 2 gün sonra da üçüncü kitabını büyük bir hızla bitirdim. Seri, best-seller olmanın bütün püf noktalarını taşıyan akıcı ve sürükleyici bir anlatım ile ilgi çekici bir hikâyeye sahip. Kitabın açık seçik seks sahnelerinden dolayı çok revaçta olduğunu düşünenler çok. Etkisi olduğuna inansam da popülaritesini sadece seks üzerinden kazandığını düşünmüyorum. Kadınlar için büyük aşkları okumak farklı bir his. Özenti bir yandan, abartı olduğunu düşünmek bir yandan, aynısından bir adet de kendine istemek bir yandan nasıl bitirdiğini bile anlamıyor insan. Ben de bir kadın olarak seriyi büyük bir hevesle okuduğumu inkâr etmeyeceğim. Fakat kitabı okurken sanki Alacakaranlık serisinin fantastik olmayan yetişkin versiyonuyla karşı karşıyaymış gibi hissettim kendimi. Bahsetmek istediğim esas konu bu.

17 Mart 2013 Pazar

Sonrası

        Aslında hem Ereni hem de Sedefi çok severim. Onlarla vakit geçirmek benim için değerlidir. Ama yanlarında otururken söylediklerinin tek kelimesine bile odaklanamıyordum çünkü o sırada tek derdim  Canın fotokopileri çektirdikten sonra yanımıza gelip gelmeyeceğiydi. Şimdi ben böyle anlatınca ergen bir kızın sızlanmaları gibi geliyor insana ama durum aslında çok farklıydı. Bizim Can ile aramızdaki durum yıllardır süregeliyordu. Bu mesele benim kendi çapımda uzaktan "Bebişler bu çocuk nasıl da tatlı bir şey öyle, bana da bakıyor mu sanki? Uuu beybii" gibi bir tepki vermemle başlamıştı. Daha ikinci sınıfa gidiyorduk o zaman. Aynı sınıfta olmamıza rağmen bir türlü yollarımız kesişmiyordu. Tabi bu olay çoğunlukla benden kaynaklanıyordu. Can gelip gelip benimle konuşma girişimlerinde bulunuyordu ama ben tek kelimelik cevaplar veriyordum. Neden mi? Onu beğendiğim anlaşılmasın diye! Bizimki okul çapındaki popülaritesinin farkında biri olarak bir konuşup iki konuşup sonunda vazgeçmişti dünya kadınlarını mutlu etme görevini aksatmamak adına. Zaten benim ona bu uzaktan bakışım bir ya da iki ay sürmüş, sonunda onu başka bir kızla elele görmemin üzerine sert bir dönüş yaşamıştım. Tabi kimselere söylemiyordum ama ben yine de onu uzaklardan beğenmeye devam ediyordum. 


12 Mart 2013 Salı

11 OCAK



            Onu ilk görmem tanıştığımız günün çok ötesindeydi. O gün sanki bütün kainat bana hizmet ediyordu. Dersten önce içtiğim kahve tam tadındaydı, yanında itina ile kutusundan çıkarttığım Adıyaman tütünü her zamankinden daha kaliteliydi, onu tam yakacağım sırada bütün şehir sus pus olmuştu, sigaranın ilk yanışında çıkardığı tiz bir cız sesi bütün Ankara sokaklarında yankılanmıştı ki bu benim en çok sevdiğim sesti. O gün kimse kafamı bulandıracak bir şey söylemedi. Her zamanki gereksiz arkadaşlarla yapılan gereksiz zorlama muhabbetler açılmadı. Benim en çok sevdiğim; derin sessizliğin sesini duyduk ve çok huzurluyduk. Bir tek o an hasıl olan serin bir esinti konuşuyordu benimle. O da en çok sevdiğim ses tonuyla fısıltılı, sakin, biraz da çekingen. Tam bir huzur kaplıydı bütün dünyada. Duvarları tutan atomlar bile daha yavaş hareket ediyordu. Güneş tam doğru açıdaydı ve “o” tam zamanında çıkmıştı karşıma. Kısacık şortunu çekiştirerek sımsıkı poposuna geçirmiş, dizinin altına kadar çektiği çoraplarla, güzel bacaklarını merakıma sunmuştu. Adeta anime ve mangalardaki tatlı Japon kızları gibiydi. Duygusal olduğumu söyleyemem  ancak dikkatimi yüzde yüz oranla çektiği kesindi ve ben o gün onu kendi açımla keşfetmiştim. Keşif gerçekleşmişti ancak bilinç maalesef yoktu. Bunun neticesinde de tatlı bir anı gibi kaldı hafızamda. İşte insan bilinçsiz olunca neler yapabiliyor şaşıp kalıyorum vallahi. Bilinç oluşmadığından dolayı hayatıma kaldığım yerden devam ettim. Tek bir görevim vardı dünya kadınlarını mutlu edebilmek. Akabinde de olaylar olaylar…(!)

11 Mart 2013 Pazartesi

Postcrossing

Şu an elimde kartpostallar var, yazıyorum.

Birkaç gün önce çocukluğumdan tanıdığım, kendisini uzun süredir göremesem de blogundan takip ettiğim arkadaşım sokakkedisi'nin yazılarından birinde gördüm bu postcrossing denilen şeyi. Siteye üye olup tanımadığın başka üyelere kartpostal gönderiyorsun. Sen gönderdikçe başka insanlar da sana gönderiyor. Çocukluğumdan beri nereye gitsem, kartpostalları görüp birilerine göndermek istemişimdir. Ama zamane gençliği olarak atıverdiğimiz bir mesajı, mektupların yerini alan e-mailleri tercih ettiğimiz ortada. Yine de ne zaman okuduğum kitaplarda gelen kartpostallardan bahsedilse ya da birileri "send me a postcard" dese hep çok özenmişimdir.

Bu sebeple çocuklar gibi şenim şu an. Şansıma evde göndermekten hoşlanacağım, belki biraz eski ama güzel kartpostallar var. Adresleri aldım, yarın hepsini göndereceğim. Sonra bekleyiş dönemi gelecek. Arkadaşın yazdığına göre en geç 2-3 haftada ulaşıyormuş gönderdiğim kartpostallar. bana gelecek olanlar için şimdiden heyecanlıyım. Benim kartpostallarım gittikten sonra ve başkalarının bana gönderdikleri elime ulaşınca tekrar yazarım.


11 Ocak


Son bir sınavım kalmıştı. Son bir sınavım ve son sınıfın ilk dönemi bitecekti. Uzun süredir ilk defa "Gerçekten Haziran'da mezun olacağım galiba!" düşüncesi aklımın arka köşelerinde geziniyordu. ama emin olmak için henüz çok erkendi. Sınıfımdaki insanları pek sevmeyen ben doğal olarak çok arkadaş sahibi değildim. Buna rağmen garip bir şekilde bu son dönem hiç bilmediğim insanlar tanımış, onlarla bir şeyler paylaşmıştım. Mesela artık şu dersin notu yok mu ya diye sorduğumda mutlaka birinden çıkıyordu, insanlar benimle fotokopiye geliyordu, birileri bana kantinden kahve isteyip istemediğimi soruyor, okul çıkışı şuraya gitmeyi ya da bunu yapmayı teklif ediyordu. İşin garip kısmı o gün okul çıkışı bir şeyler yapılmasını teklif eden bendim, oysa hiç huyum değildir.

"Eren, sana sözüm var, sınav çıkışı bir yere kaybolma! Kahve içeceğiz, özledim vallahi..."
"Çok şükür. Sınav çıkışı fotokopide buluşalım, not çektirmem lazım. Sonra içeriz."

7 Mart 2013 Perşembe

Figen'in Gazeteleri

        Efendim takdir edersiniz ki büro işlerinde kağıt kürek işleri hat safhadadır. Bu çokluktan dolayı büro da ufak tefek işlerin yapılması için düzenli olarak stajyer çalıştırılır. Ama köle ticaretinin sekteye uğradığı zamanlarda bu çalışanlarımızın yokluğunu çok koşuşturma görüntüsüne bürünerek protokol sıralamasında ip gibi dizilenlerden sonuncusuna yükleyerek gideririz. İşte bu gibi güzide bir zaman içinde  Stephen King’in korku filmlerini aratmayacak bir başlıkta “Figenin Gazeteleri” geçti elime. İş konusu muazzam kolaylıkta ama bir o kadar da zaman alıcı. İşin muvaffakiyet kazanabilmesi için yaklaşık 40 45 firmanın kuruluşlarından bu yana bütün sicil gazetelerini tek tek açıp yazıcımıza görev olarak göndermemiz gerekli. Eh bilginin sayıldığı çağda bütün bu iş yükünü yüce internet eliyle yapmamak olmaz. Acizane başladım işime. Sayfaları açıp yazdırmaya başladıkça bir de ne göreyim azizim.

6 Mart 2013 Çarşamba

“Paşam, sevgi büyükten küçüğe akar”

“Paşam, sevgi büyükten küçüğe akar” daha saçlarımın bittiği nokta dedemin dizlerine bile yetişmiyordu. İncecik bileklerimde narin kızların iğne oyaları gibi işlenmiş minicik parmaklarım, dedemin bir parmağını çevreleyemiyordu bile.  Ama dedemin yanında tam bir delikanlıydım. Beni hiçbir zaman kucağında taşımaz her zaman arkadaşı gibi yanında yürütürdü. Minicik ayaklarımın devasa adımlarına dedem kocaman ayaklarının  minicik adımlarıyla karşılık verirdi. Biz dedemle hep yan yana yürürdük. O da bana “paşam sevgi büyükten küçüğe akar” derdi gözlerinin  içi güle güle.
Sonra hemencecik kaybettim dedemi. Söylediklerine göre Hakka yürümüş hem de bensiz (!) 4-5 yaslarındaydım hayat boyle kahpedir dedim geçtim (!) Dedemin en küçük kardeşi söylemeye başladı bana artık “paşa sevgi büyükten küçğe akar “ diye. Sıkıcı, kalabalık akraba ziyaretlerinde oynayabileceğim hiçbir çocuk yok yahut çocukluk ile ilişkilerini Otranto’ya gönderip oyuncaksız kalmış evlerde. Küçük amca  en sıkıldığım anda anlamsız çene çalan kadınları bakışlarıyla susturup beni dinlerdi. Ben de ona dünyayı nasıl yarattığımı anlatır. İnşa ettiğim merdivenleri, binaları, kuleleri, caddeleri en ince detayına kadar aktarırdım. O hiç sıkılmazdı. Sonra bir baktım küçük amca herkesi öyle sukunetle dinliyormus. Saygıyla bekliyormus insanları. Hiç bir yerden sırtı dönük çıkmıyormuş meğer.
            Bugün de öyle oldu hepimiz küçük amcayı dinledik sukunetle. Mübalağsız söylüyorum her odaya giren yüzü küçük amcaya dönük çıktı odadan. Kimse sırtını dönmedi.  Minicik sessizliklerimizle onun derin, yakıcı sessizliğine ayak uydurduk. O da üstünde beyaz bir örtü karnında bir bıçak gülümseyerek uyuyordu.