21 Haziran 2013 Cuma

Müstahak bazısına

*Kaba bir dille, konuşan insanlardan birebir alıntılar yaparak konuşacağım. Şimdiden kusura bakmayınız.

        Yıllardır söylediğim bir şeydi bu, "Kocam ilk birlikte olduğum insan olmayacak!" Lisedeydim bunu ilk söylediğimde, açıklamam ise şuydu: "Eğer bakire evlenirsem, kocamın beni gerçekten sevip sevmediğini bilemem. Bir erkek beni her şeyimle kabullenmeli, bundan ancak bu şekilde emin olurum." Şimdi olsa da o ergen halimin ağzına çarpı çarpıversem iki tane, "Seksten bahsediyorsun gerizekalı, siyasal söylem mi bu!" diye bir de azar çeksem. İçimin yağları erir gerçekten. Hala bakire evlenilmesini savunmuyorum ama insan ergenken çok saçmalıyor ben bile kendimi konuşurken dinlemeye dayanamazdım diye düşünüyorum... Neyse, konumuz bu değil. Konumuz kadın bekareti ve evlilik. İşte söylediğim gibi kendimin farkında vardığımdan beri üzerinde düşündüğüm şeyler bu kadın erkek eşitsizliği, cinsel özgürlük*, töre, kendi kadınlarımızın diğer kadınlarımıza bakışı, bazı erkeklerin kadınları değerlendirirken sahip olduğu hastalıklı anlayış vb. durumlar.

7 Haziran 2013 Cuma

Bu da benim bakış açım

        Demem odur ki ben asla şiddet yanlısı değilim. Ne olursa olsun bir insanın başka bir insana zarar vermesini savunmam. İlk olarak bunu belirtmek isterim. Şiddet asla haklı değildir. Bir de önceden söyleyeyim, AKP'li değilim, müslüman hiç değilim, Kürt, Alevi ya da herhangi bir şekilde azınlık değilim. Sünni Müslüman ve fakat muhafazakar olmayan bir ailede yetişmiş bir insanım, hiç hakkım yenmedi. Oldukça mutlu ve rahat bir şekilde büyüdüm. Yazacaklarım bütün bunlara rağmen fark ettiğim şeyler. Beni değerlendirirken böyle değerlendirin isterim. Yok bana damga vuracaksanız o da önemli değil. Sadece adil olun isterim.

        Güzel Türkçemde bir atasözü vardır, kendi düşen ağlamaz  diye, herkes bilir. Bu yazının ana teması bu olsun istedim. Eden bulur da derler. Farklı çeşitlemeleri olabilir tabi, benim ilk aklıma gelen bu. İnsanlar seçimlerinin,  tercihlerinin sonucunu yaşar şu hayatta. Öyle ya da böyle.

        Şu an ciddi olarak merak ediyorum ne değişti? Bizim devletimiz kendi vatandaşına bok yedirdi Diyarbakır cezaevinde. Bizim polisimiz eylem yapan transeksüelleri de copladı, öğrencileri de panzerle ezdi, biber gazına boğdu çokça sefer. Bizim devletimiz bundan önce Doğu sorunu, Kürt bile değil Doğu sorunu, dedi diye hapse attı insanları. Bizim devletimiz gencecik çocukları astı "bölücülük"ten. Alevi çocuklara zorla okul sırasının tepesinde namaz kıldırdı, Sünni İslamı dayattı her birine tek tek, üstelik bunlar AKP'den çok daha önce gerçekleşti. Kadınlarımıza copla tecavüz etti bu devletin polisi, öldü o kadınlar işkence altında. Fakat aynı devlet bir yıl önce, Dörtyol'da milletvekilinin oğlu ile tartıştı diye polisleri duvar dibine sıra yapıp "suçluyu" bulup sürdürdü. Bizim güzel ülkemizin gerçeği bu, eline azıcık iktidar geçen kişi kendini bütün kuralların, üzerinde zannediyor. Bu, eylemi dağıtmakla görevli çevik kuvvet, senin işini yapacak devlet memuru, sana eğitim vermekle yükümlü olan öğretmen ya da üniversite hocası veya senin işini görsün de senin aklına uygun bir şekilde şu ülkeyi yönetsin, yasa çıkarsın diye seçtiğin milletvekili olsun değişmiyor.

31 Mayıs 2013 Cuma

Sarışın olmak


        Annem kafayı yedi!
Sanırım sarışın olmak böyle bir şey. Evet, annem 50 yaşında ilk defa sarışın oldu. Sebebi yılların rengi "fındık kabuğu"nun artık annemin beklentilerini karşılamıyor olması. Çok beyazı varmış da artık 3 haftada bir dip boya yaptırması gerekiyormuş da, hiç sevmiyormuş kuaföre gitmeyi de şöyle 2 ayda bir anca boyatsa ne güzel olurmuş da derken saçı platine yakın sarı olursa bu boyatma arasının uzayacağını keşfetti anacığım. Sonra saçına oryal değdirmeden (birebir kendisinin kalıplarıyla konuşuyorum yanlış anlaşılmasın) açma denemeleri -anlatsam o kısımlar daha komik aslında ya neyse- hüsranla sonuçlanınca çok şükür 1 ay önce gitti, saçına röfle yaptırdı. İşte şöyle yandaki resim gibi bir şey oldu şimdilik... 1 ay sonra gidip tekrar daha da açık bir renk yapacakmış saçını. Tabi en başından annemin saç rengini değiştirmesi bile çok acaip bir olaydı da sonradan geleceklerden habersizdik...

        Benim annem düğünler hariç makyaj yapmaz, açık ve net. O zaman bile gözüne kalem çeker, bir de neredeyse hiç belli olmayan bir ruj sürer, o kadar. Yalvarırım allık sürebilmek için, zar zor belki rimel sürmeye ikna ederim... İnanılmaz kokoş bir teyzem olmasına rağmen annem öyle değil işte... Arada bir şu kırışıklık için gece gündüz kremi alır, onu da kendi sürmez genelde babam bitirir. Hani ben bizim evde (ben büyüyene kadar) hiç maske, saç bakım ürünü, kozmetik ürün falan görmedim. Bu kozmetik isteksizliğinin yanında janjanlı, cafcaflı, desenli şeyler giymez. Tipik bir sınıf öğretmenidir, kumaş pantolon, pastel renklerde bir hırka veya gömlek, içine de beyaz bir askılı. Sıklıkla böyle giyinmeyi tercih eder... Devlet memurları için etek giyme zorunluluğu ortadan kalkınca en çok rahatlayan insan herhalde annemdir çünkü hatırlıyorum, en çok şikayet ettiği şey okula giderken giydiği eteklerdi... Üstelik ne ücra köylerde çalışıp da en çok bundan şikayet etmesi etekten ne kadar hoşlandığını gösteriyor sanırım...

21 Mayıs 2013 Salı

Ne Yapacağını Bilmemek

        Aile. Aile zor bir iş. Annen desen ayrı, baban desen ayrı. Kardeş, çocuk, büyük,  küçük... İnsan ailesini objektif göremiyor bir de. Bir arkadaşım vardı mesela, erkek kardeşine "çok da yakışıklı" derdi. Tahmin edileceği üzere ortalamanın altında bir kardeşti kendisi. Ne zaman öyle dese gülümserdim sevimli sevimli. İnşallah kardeşi onda aynı yakışıklılığı gören bir kadınla evlenir diye geçirirdim içimden. Yoksa zor olurdu işleri. Ama asla "Kardeşin o kadar da yakışıklı değil, el insaf!" demek geçmedi aklımdan. Bana düşmezdi ki söyleyeyim... Ailelerin hataları kendilerine özgü, kendilerine görünen ve sadece kısık sesle söylenen şeyler olur ve aynı milliyetçilik gibi, bir yabancı laf ettiğinde senin de yanlış bulduğun şeyleri savunurken bulursun kendini birden. Sanki ailenin yaptığı her hata sana içkinmiş de bu hataya mantıklı bir neden bulman gerekiyormuş gibi...

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Oje Kafası

        Şimdi teknik olarak ben modayı severim. Boyfriend jeanim bile var, n'aber? Ama şu da var "Ayy, neon çok modaymaaaşşş" diyerek kendime neon tshirt, neon oje, neon çanta ve neon ayakkabı alıp da hepsini bir arada kullanan moda meraklısı(!) insanlardan değilim. Çok şükür değilim.. Ama bir modadır ki beni derinden etkiledi. Kendisinin adı ombre. Nedir bu ombre? Kısaca renk geçişi diyebilirim. O nasıl oluyor derseniz, mesela saçınıza ombre yaptıysanız efenim, saçınız diplerde kendi renginden başlıyor, uçlara doğru ton ton
açılıyor. Saçınız siyahsa bal rengine kadar açmak makbul. Ama kumral saçlarınız varsa uçları da sapsarı olabilir. Bir de bunu renkli yapanlar var ama renkli boya her zaman zor iş. Akıveriyor, akınca rengi bok gibi oluyor ama yapıldıktan sonraki ilk hafta oldukça güzel bir şey kanımca. Sonuç olarak anlatamam yani nasıl güzel bir şey o ombre saç! 

29 Nisan 2013 Pazartesi

Minibüs

        Hava oldukça soğuktu. Üşüyordum üşümesine de hiç canım içeri girmek istemiyordu. Hem nasılsa dayanma gücümün sonuna gelmiştim, birazdan pes edip içeri girmek isteyecektim. Ben aklımdan bunları geçirir bir yandan da onunla muhabbet ederken telefonu çaldı. Telefonunu o kadar sıcak bir biçimde açtı ki kim olduğunu oldukça merak ettim. Neşeli neşeli muhabbet ediyordu. Üşüdüğümü fark etmiş olmalı ki elimi cebine sokmamı işaret etti. Çok hoşuma gitti bu teklif, ikiletmedim. Elimi cebine sokmamla "Can, bu ne!?" diye sormam bir oldu. Şaşkınlığı görülmeye değerdi. O kadar komikti ki ben aklından cebinden çıkıp da onu utandırma olasılığı olan binbir farklı şeyin geçtiğini  çok açık bir şekilde gördüm.

18 Nisan 2013 Perşembe

Çişim geldi

        Ben kendimi bildim bileli kadın-erkek kalıplarına karşı çıkarım. Mesela küçükken erkekleri çok kıskanırdım ayakta işedikleri için. Nasıl bir rahatlık, nasıl bir mutluluk o öyle. Çıkar ve işe. Bu kadar. Oysa kadınlar için... Uygun ve temiz ortam bul, pantolon varsa düzgünce indir, toplu tut, düşmesin, kirlenmesin, etek varsa topla allah topla. Yok arkadan sarkmasın da kirlenmesin onunla uğraş. İlkokulda birkaç kere eteğimi kirletmişliğim vardır benim öyle. Allahtan kafam çalışıyormuş hemen ters eteğimi çevirip kirlenen kısmı öne getirirdim de su sıçramış(!) gibi yapardım. Tabi bir de eteğimizin lacivert olmasının verdiği avantaj da var. Neyse, konuyu dağıtmayalım. Kadınlar ve erkeklerin fizyolojik farklarından dolayı varolan işeme zorluğu konumuz.

11 Nisan 2013 Perşembe

Kartpostallarım gelmiş, zehey

        Bugün iki kartpostal birden ulaştı elime! Tesadüfen iki kişi de aynı gün göndermiş, birisi Los Angelestan bir diğeri de Toronto, Kanadadan. Bir tanesinde yazılanları okumakta inanılmaz zorlandım! Hala hepsini çözebilmiş değilim, alışmadığın el yazılarını okumak gerçekten zormuş. Benim yazım da çok estetik görünmekle beraber (nasıl da mütevaziyim..) inanılmaz zor okunur. Acaba benim gönderdiğim kişiler nasıl okuyor, bunu düşündüm :) Dolmakalemle yazıyorum üstelik... Diğerini daha kolay okudum gerçi :) 13 günde gelmiş iki kart da. Avrupaya 20 günde gitmesi (ya da gelmesi) ama Amerika ve Kanadaya çok daha kısa sürede gidişi(gelişi) beni düşündürmüyor değil :)

9 Nisan 2013 Salı

SONRASI...

 Yavaşça kapıyı açtım. L şeklinde bir bar karşıladı beni. Bütün mekan loş ışığın aydınlığında kaybolmuştu. Tam bir gri tonu hakimdi. Vücudumu hiç çevirmeden başımla taradım bütün salonu. Elimle koymuş gibi de buldum yeni arkadaşlarımı.  Hemen Eren’in yanına ilişiverdim.  Çok silik kalacak bakışlarla kızları süzdüm. Hiç tavrımı bozmadan sakin bir şekilde menüye uzandım. "Benim karnım aç" diyerek herkese orada olduğumu hatırlattım. Tam karşımda oturuyordu. Bir gözümü ona bırakıp diğeriyle yemeğime odaklandım. Son patatesimle yemek faslı kapanınca ne içeceğim konusu gündeme taşındı. Yola çıktığımızda bira içilmesine çok sevinmiştim ancak yemekten sonra hiç içmek gelmedi içimden. Ama o tam karşımda oturuyordu. Gözlerimin içine bakıyordu. Her bir bakış arabayla tümsekten geçerken karnımı gıdıklayan şeyi harekete geçiriyordu. Bira içmem konusunda bütün sevimliliğini sundu soframa. Ben de azıcık nazlanıp bütün sofraya iştahla hakim oldum.

4 Nisan 2013 Perşembe

Eski Yeni

        "Hacım biz bir şeyler içmeye gidiyoruz. Sen de gelmek ister misin? Neredesin? Fotokopi mi? Biz de oradayız. Ben seni niye göremiyorum? Tamam. Tamam abi. Geliyorum."

        Aralarında geçen konuşma buydu. Sanki ben orada değildim. Eren fotokopinin kapısına doğru yürümeye başladı. Fotokopiyi bahçeye bağlayan çalılıkların arkasından ise Can göründü. Ortada buluştuk. Yüzünde kocaman bir gülümseme. Yüzümde kocaman bir gülümseme. Elleri cebinde, o bana baktı. Ben ona baktım. Eren onu davet ederken gözleri soru işareti ile dolu sık sık bana bakıyordu, gelmemi istiyor musun  dercesine. Erenin söyleyecekleri bitince gülümseyerek başımı salladım, anladı. "Bekleyin, geliyorum." dedi. İki dakika önce onu gördüğüm yerden eşyalarını aldı ve bize katıldı. Kızılaya doğru yol almaya başladık. Eren ve Canın karnı açtı (erkekler...) önce yemek yemeye, ardından kızların yanına gitmeye karar verdik. 

        Her şey çok güzel gidiyordu. Mesela dün gece umut ettiğim en büyük şey okulda karşılaşıp muhabbet etmekti.  Belki ikinci dönem samimiyetimiz artardı, o zaman Eskişehir yolları beraber görünürdü bize... Planlarımı hep ikinci dönem üzerine yapmıştım, işlerin bu kadar çabuk gelişmesini beklemiyordum. Bu nedenle içime bir kurt düşmüştü, yemek yediğimiz tabldot lokantasında oldukça suskundum. Olayların bu kadar hızlı gelişmesinden tedirgindim. Ben işler nerede sarpa saracak da bu olay elimde(!) patlayacak diye düşünürken, yemeğini yarılayınca keyfi yerine gelen Eren de feminist damarıma basıyor zaten oynayan sinirlerimi zorluyordu. Ben arkadaşımı biliyordum o sadece eğleniyordu da stresimin üzerine tuz biber ektiğinden haberi yoktu.

2 Nisan 2013 Salı

Avrasya Sınavı


        İçtiğim biraların etkisi geçmiş, vicdan azabı ve daha büyük orandaki rahatlama hissimle beraber Rüzgarın bilgisayar başına oturmasını beklerken Erenle konuşuyordum. Yine Ayşegül ile ilgili bir şeyler anlatıyor ben "oğlum o kız senden hoşlanıyor bak işte ondan böyle demiş, bunu yapmış, insaf!" dedikçe bu durumu kabul etmemekte ısrar ediyordu. Her zamanki gibi giden muhabbetimiz "Sen Candan hoşlandın değil mi?" cümlesiyle ciddi bir sekteye uğradı. Önce ekrana boş boş baktım. Sonra aklımdan "Hassiktir çok mu belli ettim!" düşüncesi geçti, ardından hızlı bir manevrayla toparlayıp "Ne alaka, neden böyle bir şey düşündün ki?" diye cevabı yapıştırdım. Cevabımın çok da zekice olmadığının farkındaydım ama durumu kurtarmak adına  ne alaka rüzgarı seviyorum ben(oehh) gibi bir şeyler kıvırarak Canla olası geleceğimi tehlikeye de atamazdım.  Bilirsiniz aşk meşk işleri sözkonusu olduğunda erkekler birbirlerine "o kız nasıl biri hacım?" tarzı sorular sorar ve "O kız sana yaramaz kardeşim." cevabını alırlarsa bir daha o konunun üzerinde bile durmazlar. Üstelik Erenin beni soranlara "o kız sana uygun değil oğlum, çok havalı"(yok artık...) demişliği de vardır hani. Bu nedenle ben durumu nasıl toparlayacağımla ilgili beynimi Atom Karınca ile Flashın hızı arasında bir yerlerde çalıştırırken "Bakışlarından anladım, seni çok uzun süredir tanıyorum." diye cevap verdi bana. Doğal olarak ne diyeceğimi bilemedim ve tam da o sırada çevrimiçi olan Rüzgar hayatımı kurtardı. "Canı nereden çıkardın şimdi çocuğum aklın gitti yine" diyerek Erene veda ettim. Zaten Erenin huyuydu beni (ya da başka herhangi bir arkadaşını) o sırada ilk aklına gelen isimle yakıştırmak ve eğlenmek.

29 Mart 2013 Cuma

Postcrossing - İlk Kartpostal

Birkaç gün önce ilk kartpostalım teee Amerikalara ulaştı. Ben gönderdikten sonra 11 günde gitti, bununla beraber bir adet de almanyaya göndermiştim. 17 gün oldu hala ses seda yok. Gerçi gönderdiğim adam ufak bir köyde yaşıyormuş, belki bu yüzden hala gitmemiştir ama ben hala kartpostalımın akıbetini merak etmekteyim. Çünkü Almanya az gelişmiş bir ülke değil, eminim posta servisi oldukça iyidir... Büyük bir heyecanla ikinci kart da ulaşsın da öyle yazayım diye düşünmüştüm ama daha fazla bekleyemedim. Az önce de 4 tane daha kartpostal yazdım, yarın göndereceğim.

Gelişmeleri bildiririm. Bir de 3 hafta içerisinde bana bir adet kartpostal gelmesi gerekiyor. Geldiğinde görün siz yaygarayı! :)


27 Mart 2013 Çarşamba

Grinin Elli Tonu, Alacakaranlık ve Harry Potter


     Uyarı olarak; üç seri hakkında da ciddi spoiler içeriyor. Üstelik yazıyı bitirip internette göz gezdirdikten sonra anladım ki Alacakaranlık benzetmesini yapan tek insan değilmişim. Oysa kendimce bir keşifte bulunmuştum... Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim.

     Birkaç gün önce Elli Ton serisinin son kitabını da bitirmiş bulunuyorum. Bir gecede ilk iki kitabını, 2 gün sonra da üçüncü kitabını büyük bir hızla bitirdim. Seri, best-seller olmanın bütün püf noktalarını taşıyan akıcı ve sürükleyici bir anlatım ile ilgi çekici bir hikâyeye sahip. Kitabın açık seçik seks sahnelerinden dolayı çok revaçta olduğunu düşünenler çok. Etkisi olduğuna inansam da popülaritesini sadece seks üzerinden kazandığını düşünmüyorum. Kadınlar için büyük aşkları okumak farklı bir his. Özenti bir yandan, abartı olduğunu düşünmek bir yandan, aynısından bir adet de kendine istemek bir yandan nasıl bitirdiğini bile anlamıyor insan. Ben de bir kadın olarak seriyi büyük bir hevesle okuduğumu inkâr etmeyeceğim. Fakat kitabı okurken sanki Alacakaranlık serisinin fantastik olmayan yetişkin versiyonuyla karşı karşıyaymış gibi hissettim kendimi. Bahsetmek istediğim esas konu bu.

17 Mart 2013 Pazar

Sonrası

        Aslında hem Ereni hem de Sedefi çok severim. Onlarla vakit geçirmek benim için değerlidir. Ama yanlarında otururken söylediklerinin tek kelimesine bile odaklanamıyordum çünkü o sırada tek derdim  Canın fotokopileri çektirdikten sonra yanımıza gelip gelmeyeceğiydi. Şimdi ben böyle anlatınca ergen bir kızın sızlanmaları gibi geliyor insana ama durum aslında çok farklıydı. Bizim Can ile aramızdaki durum yıllardır süregeliyordu. Bu mesele benim kendi çapımda uzaktan "Bebişler bu çocuk nasıl da tatlı bir şey öyle, bana da bakıyor mu sanki? Uuu beybii" gibi bir tepki vermemle başlamıştı. Daha ikinci sınıfa gidiyorduk o zaman. Aynı sınıfta olmamıza rağmen bir türlü yollarımız kesişmiyordu. Tabi bu olay çoğunlukla benden kaynaklanıyordu. Can gelip gelip benimle konuşma girişimlerinde bulunuyordu ama ben tek kelimelik cevaplar veriyordum. Neden mi? Onu beğendiğim anlaşılmasın diye! Bizimki okul çapındaki popülaritesinin farkında biri olarak bir konuşup iki konuşup sonunda vazgeçmişti dünya kadınlarını mutlu etme görevini aksatmamak adına. Zaten benim ona bu uzaktan bakışım bir ya da iki ay sürmüş, sonunda onu başka bir kızla elele görmemin üzerine sert bir dönüş yaşamıştım. Tabi kimselere söylemiyordum ama ben yine de onu uzaklardan beğenmeye devam ediyordum. 


12 Mart 2013 Salı

11 OCAK



            Onu ilk görmem tanıştığımız günün çok ötesindeydi. O gün sanki bütün kainat bana hizmet ediyordu. Dersten önce içtiğim kahve tam tadındaydı, yanında itina ile kutusundan çıkarttığım Adıyaman tütünü her zamankinden daha kaliteliydi, onu tam yakacağım sırada bütün şehir sus pus olmuştu, sigaranın ilk yanışında çıkardığı tiz bir cız sesi bütün Ankara sokaklarında yankılanmıştı ki bu benim en çok sevdiğim sesti. O gün kimse kafamı bulandıracak bir şey söylemedi. Her zamanki gereksiz arkadaşlarla yapılan gereksiz zorlama muhabbetler açılmadı. Benim en çok sevdiğim; derin sessizliğin sesini duyduk ve çok huzurluyduk. Bir tek o an hasıl olan serin bir esinti konuşuyordu benimle. O da en çok sevdiğim ses tonuyla fısıltılı, sakin, biraz da çekingen. Tam bir huzur kaplıydı bütün dünyada. Duvarları tutan atomlar bile daha yavaş hareket ediyordu. Güneş tam doğru açıdaydı ve “o” tam zamanında çıkmıştı karşıma. Kısacık şortunu çekiştirerek sımsıkı poposuna geçirmiş, dizinin altına kadar çektiği çoraplarla, güzel bacaklarını merakıma sunmuştu. Adeta anime ve mangalardaki tatlı Japon kızları gibiydi. Duygusal olduğumu söyleyemem  ancak dikkatimi yüzde yüz oranla çektiği kesindi ve ben o gün onu kendi açımla keşfetmiştim. Keşif gerçekleşmişti ancak bilinç maalesef yoktu. Bunun neticesinde de tatlı bir anı gibi kaldı hafızamda. İşte insan bilinçsiz olunca neler yapabiliyor şaşıp kalıyorum vallahi. Bilinç oluşmadığından dolayı hayatıma kaldığım yerden devam ettim. Tek bir görevim vardı dünya kadınlarını mutlu edebilmek. Akabinde de olaylar olaylar…(!)

11 Mart 2013 Pazartesi

Postcrossing

Şu an elimde kartpostallar var, yazıyorum.

Birkaç gün önce çocukluğumdan tanıdığım, kendisini uzun süredir göremesem de blogundan takip ettiğim arkadaşım sokakkedisi'nin yazılarından birinde gördüm bu postcrossing denilen şeyi. Siteye üye olup tanımadığın başka üyelere kartpostal gönderiyorsun. Sen gönderdikçe başka insanlar da sana gönderiyor. Çocukluğumdan beri nereye gitsem, kartpostalları görüp birilerine göndermek istemişimdir. Ama zamane gençliği olarak atıverdiğimiz bir mesajı, mektupların yerini alan e-mailleri tercih ettiğimiz ortada. Yine de ne zaman okuduğum kitaplarda gelen kartpostallardan bahsedilse ya da birileri "send me a postcard" dese hep çok özenmişimdir.

Bu sebeple çocuklar gibi şenim şu an. Şansıma evde göndermekten hoşlanacağım, belki biraz eski ama güzel kartpostallar var. Adresleri aldım, yarın hepsini göndereceğim. Sonra bekleyiş dönemi gelecek. Arkadaşın yazdığına göre en geç 2-3 haftada ulaşıyormuş gönderdiğim kartpostallar. bana gelecek olanlar için şimdiden heyecanlıyım. Benim kartpostallarım gittikten sonra ve başkalarının bana gönderdikleri elime ulaşınca tekrar yazarım.


11 Ocak


Son bir sınavım kalmıştı. Son bir sınavım ve son sınıfın ilk dönemi bitecekti. Uzun süredir ilk defa "Gerçekten Haziran'da mezun olacağım galiba!" düşüncesi aklımın arka köşelerinde geziniyordu. ama emin olmak için henüz çok erkendi. Sınıfımdaki insanları pek sevmeyen ben doğal olarak çok arkadaş sahibi değildim. Buna rağmen garip bir şekilde bu son dönem hiç bilmediğim insanlar tanımış, onlarla bir şeyler paylaşmıştım. Mesela artık şu dersin notu yok mu ya diye sorduğumda mutlaka birinden çıkıyordu, insanlar benimle fotokopiye geliyordu, birileri bana kantinden kahve isteyip istemediğimi soruyor, okul çıkışı şuraya gitmeyi ya da bunu yapmayı teklif ediyordu. İşin garip kısmı o gün okul çıkışı bir şeyler yapılmasını teklif eden bendim, oysa hiç huyum değildir.

"Eren, sana sözüm var, sınav çıkışı bir yere kaybolma! Kahve içeceğiz, özledim vallahi..."
"Çok şükür. Sınav çıkışı fotokopide buluşalım, not çektirmem lazım. Sonra içeriz."

7 Mart 2013 Perşembe

Figen'in Gazeteleri

        Efendim takdir edersiniz ki büro işlerinde kağıt kürek işleri hat safhadadır. Bu çokluktan dolayı büro da ufak tefek işlerin yapılması için düzenli olarak stajyer çalıştırılır. Ama köle ticaretinin sekteye uğradığı zamanlarda bu çalışanlarımızın yokluğunu çok koşuşturma görüntüsüne bürünerek protokol sıralamasında ip gibi dizilenlerden sonuncusuna yükleyerek gideririz. İşte bu gibi güzide bir zaman içinde  Stephen King’in korku filmlerini aratmayacak bir başlıkta “Figenin Gazeteleri” geçti elime. İş konusu muazzam kolaylıkta ama bir o kadar da zaman alıcı. İşin muvaffakiyet kazanabilmesi için yaklaşık 40 45 firmanın kuruluşlarından bu yana bütün sicil gazetelerini tek tek açıp yazıcımıza görev olarak göndermemiz gerekli. Eh bilginin sayıldığı çağda bütün bu iş yükünü yüce internet eliyle yapmamak olmaz. Acizane başladım işime. Sayfaları açıp yazdırmaya başladıkça bir de ne göreyim azizim.

6 Mart 2013 Çarşamba

“Paşam, sevgi büyükten küçüğe akar”

“Paşam, sevgi büyükten küçüğe akar” daha saçlarımın bittiği nokta dedemin dizlerine bile yetişmiyordu. İncecik bileklerimde narin kızların iğne oyaları gibi işlenmiş minicik parmaklarım, dedemin bir parmağını çevreleyemiyordu bile.  Ama dedemin yanında tam bir delikanlıydım. Beni hiçbir zaman kucağında taşımaz her zaman arkadaşı gibi yanında yürütürdü. Minicik ayaklarımın devasa adımlarına dedem kocaman ayaklarının  minicik adımlarıyla karşılık verirdi. Biz dedemle hep yan yana yürürdük. O da bana “paşam sevgi büyükten küçüğe akar” derdi gözlerinin  içi güle güle.
Sonra hemencecik kaybettim dedemi. Söylediklerine göre Hakka yürümüş hem de bensiz (!) 4-5 yaslarındaydım hayat boyle kahpedir dedim geçtim (!) Dedemin en küçük kardeşi söylemeye başladı bana artık “paşa sevgi büyükten küçğe akar “ diye. Sıkıcı, kalabalık akraba ziyaretlerinde oynayabileceğim hiçbir çocuk yok yahut çocukluk ile ilişkilerini Otranto’ya gönderip oyuncaksız kalmış evlerde. Küçük amca  en sıkıldığım anda anlamsız çene çalan kadınları bakışlarıyla susturup beni dinlerdi. Ben de ona dünyayı nasıl yarattığımı anlatır. İnşa ettiğim merdivenleri, binaları, kuleleri, caddeleri en ince detayına kadar aktarırdım. O hiç sıkılmazdı. Sonra bir baktım küçük amca herkesi öyle sukunetle dinliyormus. Saygıyla bekliyormus insanları. Hiç bir yerden sırtı dönük çıkmıyormuş meğer.
            Bugün de öyle oldu hepimiz küçük amcayı dinledik sukunetle. Mübalağsız söylüyorum her odaya giren yüzü küçük amcaya dönük çıktı odadan. Kimse sırtını dönmedi.  Minicik sessizliklerimizle onun derin, yakıcı sessizliğine ayak uydurduk. O da üstünde beyaz bir örtü karnında bir bıçak gülümseyerek uyuyordu.
           

24 Şubat 2013 Pazar

     Bir adet giriş yazısı demek istiyorum.

     Şahsen bu blog ile ne yapacağıma bir türlü tam olarak karar verebilmiş değilim. Benim için en kolayı kitap yazıları yazmak olur. Halihazırda okuduğum bir çok kitap var, birinden başlayıp internette de şöyle bir göz atıp bir şeyler karalayabilirim, ama bunu düşündükçe "onu da herkes yapıyor be güzelim" diyor iç sesim.. Oradan buradan bulduğum, kendi üzerimde denediğim bakım kürlerini fotoğraflı anlatımlarla paylaşmak da geçti aklımdan. Ama 3 kaşık bal koyduğumuzda 1 kaşık tarçın koyuyoruz yazacağım aknelere çok iyi gelen bal-tarçın maskesini okuyup "ama bnm yzme 2 kşk bal yetyr, trçnnı n kdr kycm? ok kib by" yazacak insanları düşündükçe daral geldi vazgeçtim. Filmlere el atmak istedim ama işte o hiç beceremediğim bir şey. Mutlaka kendime bir adet yakışıklı bulur filmi onun etrafında izlerim, üstelik bazen o kadar sıkılırım ki (izlediğim şeyin kalitesinden değil, kendimden kaynaklanan sebeplerle) gom player'da sağ ok tuşuna basarak 2 saatlik filmi yarım saatte izleyiverip sonra da "ehe ben o filmi izledim ki" derim. Benim yapacağım eleştiri anca emeğe yazık olur. Sporu hiç sevmem, yani tabi yüzücüleri izlemeye her genç kızımız kadar bayılırım ama ben, kendim spor konusunda inanılmaz beceriksiz bir insan olduğumdan her zaman spordan uzak durmuşumdur. Yine dediğim gibi ben sporla ilgili yazarsam zarar ziyan olur. Güzellik ve bakım kadar moda da bir o kadar ilgimi çeker, az buçuk elim de yatkındır kendi pantolonlarımı ufacık minicik ve bir o kadar sevimli şortlara çeviririm ya da gömleklerimi daraltır öyle giyer sonra dikişini açar bu sefer de bol giyerim ama bu moda işi ciddi bir kendini adamışlık gerektiriyor. Benim kendimi adamak istediğim başka konular varken modayı uzaktan lookbook'um olmasını hayal ederek takip ederim ancak. Eskiden yazdığım gibi öyküler yazmayı da düşündüm. Fena da değilimdir, uzunca bir zaman önce arkadaşımın blogunda yazarken 3-5 okunmuşluğum da vardır. Ama yazı yazmak için mutlaka bir şeyler yüzünden canımın sıkılması, isyanımı haykırıyor olmam lazım ergenliğim de bitti artık, isyan edecek duygusal bir şey bulamıyorum. Bu durumda ne yazacağımı da bilmiyorum doğal olarak. Kalkıp sanal ortamda günlük yazacak da değilim, normalde bile günlük yazma konusunda hiç başarılı olamamışımdır.

     Bu karar veremeyiş durumu yaklaşık iki buçuk yıldır kendi bloguma sahip oluşumun önünde duruyordu. Blog sadece adı ve başlığıyla var olmadığından değil. (hala donniedies ismini alan insanı hiç tanımadan ona bolca küfrediyorum o ayrı) Sadece yazmadım işte, ne yazsam bilemedim. Ama çok net bildiğim bir şey var, yazar olmak istediğim. Tunalızade sağolsun, yazabildiğimi fark edene kadar bu benim için sadece bir hayaldi. Şimdi ileride olma ihtimalini düşündüğüm bir ihtimal. Sonuç olarak bu blog, modadan da bahsetsem, spordan da benim yazar olma yolundaki adımlarımdan biri olacak. Umarım tekrar "Araf ne zaman yeni yazı yayınlayacak?" sorusunu sordurabilirim.

Not: Tunalızade'nin blogu burada. Tek başına öyküler yazarak başladığı yolculuğu, blogu tekrar ona kaldıktan sonra böyle tamamladı, kendisini o beraber yazılar yazdığımız zamankinden daha çok takdir etmemizi sağladı. Benim yazdığım birkaç yazı 2010 şubat-ekim ayları arasında.