27 Mart 2013 Çarşamba

Grinin Elli Tonu, Alacakaranlık ve Harry Potter


     Uyarı olarak; üç seri hakkında da ciddi spoiler içeriyor. Üstelik yazıyı bitirip internette göz gezdirdikten sonra anladım ki Alacakaranlık benzetmesini yapan tek insan değilmişim. Oysa kendimce bir keşifte bulunmuştum... Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim.

     Birkaç gün önce Elli Ton serisinin son kitabını da bitirmiş bulunuyorum. Bir gecede ilk iki kitabını, 2 gün sonra da üçüncü kitabını büyük bir hızla bitirdim. Seri, best-seller olmanın bütün püf noktalarını taşıyan akıcı ve sürükleyici bir anlatım ile ilgi çekici bir hikâyeye sahip. Kitabın açık seçik seks sahnelerinden dolayı çok revaçta olduğunu düşünenler çok. Etkisi olduğuna inansam da popülaritesini sadece seks üzerinden kazandığını düşünmüyorum. Kadınlar için büyük aşkları okumak farklı bir his. Özenti bir yandan, abartı olduğunu düşünmek bir yandan, aynısından bir adet de kendine istemek bir yandan nasıl bitirdiğini bile anlamıyor insan. Ben de bir kadın olarak seriyi büyük bir hevesle okuduğumu inkâr etmeyeceğim. Fakat kitabı okurken sanki Alacakaranlık serisinin fantastik olmayan yetişkin versiyonuyla karşı karşıyaymış gibi hissettim kendimi. Bahsetmek istediğim esas konu bu.






     İlk olarak söylemem gereken şey sanırım şu, bahsedeceğim üç serinin ek kitapları da dâhil olmak üzere tam 18 kitabı da okudum. Hatta Harry Potter serisinin kitaplarını o kadar çok okudum ki, kitaplarından birebir alıntılar yapabilirim. Aynı şekilde Alacakaranlık serisini de birkaç kez okumuşluğum var. Tumblr geçmişimden fark ettiğim üzere şimdiki gençlik yoğun bir şekilde Alacakaranlık ve Harry Potter serisini kıyaslıyor. Ben şahsen iki serinin kıyaslanamayacağını düşünüyorum. Ben kitapları üçe ayırıyorum kendime göre. Harcadığın vakte değmeyecek olanlar, vakit geçirmek için okunacak best-sellerlar ve içinde hayat barındıran, okunduğunda insanın dünyasını değiştirip, zenginleştirenler. Defalarca okumamdan anlaşılacağı üzere Harry Potter serisi bahsettiğim üçüncü kategoriye giriyor, bunu tartışmam bile. Kesinlikle çocuklarımın okumasını isterim, Harry'nin hayatının, vazgeçtiklerinin, arkadaşlıklarının ve özellikle seçimlerinin bir çocuğa öğretebileceği çok şey var. Harry ile birlikte büyüyen biri olarak kendimden biliyorum.

     Alacakaranlık ise üniversite yıllarıma rastladı. Bütün seriyi şıp diye ardı ardına okudum ve bayıldım! Allahım o nasıl bir aşktı, ben de bir adet Edward istiyordum, ben de öyle âşık olacaktım falan filan. Uzun bir süre serinin propagandasını yaptım. Bir gün ekşisözlükte alacakaranlık başlığını okuyana kadar. Okuduktan sonra bana bir aydınlanma geldi. Edward 117 yaşında bakir (niye belirtiyorum, çok yakışıklı yunan tanrısı gibi, çok seksi ve bir erkek olarak testosteron yüklü bir bünye ve hiçbir kadına veyahut erkeğe ilgi duymamış. Üstelik bu kadınların/adamların boynundan kan emerek beslenmiş. Böyle biriyle boyundan fazla samimi olmaktan bahsediyorum. Ama aseksüel midir nedir Bella’ya kadar tık olmamış adamda. Tekrar belirtiyorum adam yüz-on-ye-di yaşında ve hala bakir!) ve kanımca sapık bir vampir. 17 yaşındaki bir genç kızın odasına gizlice girip onu uykusunda seyrediyor. Gecelerce. Selam bile vermediğin birinin geceleri sen osura osura uyurken seni izlemesini "romantik" bulur musun, allahaşkına? Olsa olsa sapıkça olur... Üstelik sonradan, bunlar sevgili olunca Bella’nın her hareketini kısıtlıyor oraya gitme, bunu yapma diye. Bella ne zaman karşı çıksa başına kötü şeyler geliyor. Yani Bella’nın kesinlikle Edward’ın sözünü dinlemesi gerekiyor, kitapta bunun mesajı veriliyor sık sık. Edward sıradan kızımız Bella’yı “kendi iyiliği için” terk ettiğinde ise Bella kendini öldürecek kadar tehlikeli işlere girişiyor sürekli, ona Edward’ı hatırlatsın diye. Sonra Bella gerçekten intihar etti zannettiği için hemmen Edward da kendini öldürmeye kalkıyor. Verilen mükemmel mesaj; sevgilin seni terk ederse hayatını tehlikeye at. Hayatının aşkıysa geri döner seni kurtarır, değilse ölürsün. Bir de Jacob’umuz var. O da akıllara zarar. Kendisi Bella’nın Edward yokken yakınlaştığı en iyi arkadaşı(!). Bella, Edward’ı daha çok olmak üzere, ikisini de seviyor. Doğal olarak Edward dönünce Jacob’ı bırakıp Edward’ı seçiyor ve Jacob yıkılıyor. Serinin sonunda ne oluyor dersiniz? Jacob Bella ve Edward’ın yarı vampir yarı insan kızına âşık oluyor. Ta-ta-ta-taaaa. Kimselerin bir şey kaybetmediği, büyük aşkının beraber çocuk yapabileceklerini öğrenmeden önce kendisini bırakıp Jacob’la evlenip (godoş demek istiyorum!) çocuk yapmasını(yuuuh!) bile teklif edecek kadar fedakâr(!) olduğu (hıı, evet, aşka bak), herkesin bir sevgili bulup mutlu sona eriştiği, masal gibi sonsuza kadar mutlu yaşadıkları bir hikâye alacakaranlık. O zaman niye ayıla bayıla okudun derseniz o zamanlar aşkın ne olduğunu bilmiyordum, şimdi biliyorum. Bir de ekşisözlükten bir iki eleştiri okuyup kitapları bir daha okuduğum zaman kitabın satır araları hiç hoşuma gitmedi. Dediğim gibi Alacakaranlık’ı Harry Potter ile kıyaslamam mümkün değil. 11 yaşındaki velet zamanlarından itibaren Harry’nin şaşmaz güven ve sadakat anlayışını mı, kendi mutlu sonu için değil de başka insanların güvenliği için vazgeçtiği kendi hayatını mı, Ron ve Hermione ile olan arkadaşlığını mı, Edward gittiğinde Bella kendini yerden yere vururken Ron’u kaybeden Hermione’nin de aynı yıkıcı hislere sahip olmasına rağmen intihar girişimlerinde bulunmak yerine sağlam durup sorumluluklarını yerine getirmesini mi anlatsam bilemem o zaman.

     Sonuç olarak gencecik çocuğumun elinde Alacakaranlık görsem elinden alır

yakarım o kitabı. Gerçi yakarsam kalkar gizlice okur o salak ama neyse... İlk okuduğumda vakit geçirmek için okunacak best-sellerlar sınıfına girdiğini düşündüğüm Alacakaranlık serisi üzerinde durulmuş, süzgeçten geçirilmiş ve tekrar son bir kez değerlendirilmiş naçizane görüşüme göre aslında harcadığın vakte değmeyecek romanlar kategorisine girmektedir ve zaman kaybetmeyin gidin onun yerine başka herhangi bir şey okuyun diyeceğim bir seridir. Kendisinin bir üst versiyonu olan grinin elli tonu ise hoşça vakit geçirmek için okunabilir ama ikisinin benzerliği de su götürmez bir gerçek.


     Dediğim gibi Alacakaranlık serisinden sonra best-seller okumayı tamamen bırakmıştım. Bir arkadaşım Grinin Elli Tonu’ndan bahsederken “Ahahay çok edepsiz, bazı sahneler çok fena ama aşkları çok güzel ben beğendim okurken, sen cidden okumadın mı sen kesin okumuşsundur diye düşündüm.” demesi üzerine “Acaba?” dedim kendi kendime. Acaba tekrar best-seller okumalı mıyım? Çok uzun süredir sadece zaman geçirmek için kitap okuyacağımda best-seller kitaplar okumak yerine fantastik seriler okumayı tercih ediyordum. Alacakaranlık serisinden sonra yaşadığım aydınlanma sadece o seri üzerine değil, genel olarak kitap okuma anlayışım üzerine olmuştu çünkü. Bana bir şeyler katacak kitaplar okumaya çalışıyordum genelde. Tabi kediyi merak öldürür derler ben bu konuşmanın akşamında internetten Grinin Elli Tonu’nu buldum. Nasılsa sabaha kadar bitiririm diye başına oturdum.

     Başladıktan 10 dakika sonra kendimi Alacakaranlık’ın içinde gibi hissetmeye başladım. Bu his ilk kitabın sonunda Anastasia Christian’ı terk edene kadar aynen tam gaz devam etti. “E neden okudun o zaman be gerizekalı?” derseniz arkadaşımın ay çok edepsiz şöyle sado-mazo böyle toplar böyle kırbaçlar diyerek bir üstüne on koyup anlatması merakımı cezp etti.
Birçok yeraltı kitabı okumuş ve Sade okuduktan sonra bile böyle ballandıra ballandıra anlatmamış bir insan olarak ciddi sadist sahneler bekledim. Öyle bir sahne gelsin ki bu kadar abartılmasını anlayayım istedim. Ama gelmedi. Bir de çok âşıklar birbirlerine o yüzden de durduramadım kendimi. Sadece ilk kitabı değil, serinin tamamını okudum. Aşk romanlarını seviyorum. İnkâr edilemez ki neredeyse hiçbir kadın hediyeler, gönül almalar, ciddi anlamda cinsel tatmin ve seksi bir erkek ve üstüne aşırı miktarda parayı (yani düşünülüp alınan tatlı bir hediye yerine düşünülüp alınan tatlı bir pırlanta, tatlı bir R8, tatlı ve başka bir audi, tatlı louboutin ayakkabılar demek oluyor bu, kendi eline geçme olasılığı olan nakit paradan bahsetmiyorum) reddedemez. Beşi bir yerde gibi, adam hem seksi hem yakışıklı hem çok zengin hem çok düşünceli hem çok sadık. Neyse, biz alacakaranlığa neden benzettiğime gelelim. Kendini hiç beğenmeyen, eline erkek eli değmemiş, ama bütün erkeklerin gözdesi, kendini yakışıklılara hiç mi hiç layık görmeyen Bella, ay pardon Anastasia. Zaten ne Alacakaranlık’ta ne de Grinin Elli Tonu’nda kadınlar karakteristik özelliklere sahip değil. Sadece çok güzeller ve çok seviliyorlar. O kadar.Bir de nasıl beceriyorlarsa sevgilileri onlara inanılmaz değer veriyor, bu ilgiye bakıma muhtaç, saf beceriksiz hallerinden mi kaynaklanıyor, erkekler kendilerini bu sayede daha "erkek" mi hissediyor da bu kadınlardan uzak duramıyorlar orasını pek anlamadım açıkçası... Esas oğlanımıza bakarsak ilk olarak kesinlikle çok yakışıklı bunlar, artık yunan tanrısı mıdır, manken midir, vücut mu çalışmıştır bilemeyeceğim, ikincisi, çok tehlikeli bu erkekler. Karşısındaki kadın için hep çok tehlikeli, onları “acıtma” potansiyelleri çok yüksek, Bella'nın kanı Edward için şarkı söylüyor (evet, birebir stephenie meyerın kullandığı tabir bu), Christian ise bir adet sadist, Anastasiaya fiziksel acı çektirmek ve bundan zevk almak istiyor. Üçüncüsü inanılmaz zenginler, paranın haddi hesabı yok, hep çok pahalı hediyeler, görülmemiş arabalar tasarım kıyafetler (allahım, o louboutinlere hala içim gidiyor..) abartıp koca adayı satın almalar, aşırı bir ilgi, dakika başı mesaj, dakika başı mail, her an her dakika sürekli birlikte olma isteği (Benim bildiğim erkek, gidip erkek arkadaşlarıyla maç izlemek, ps oynamak olmadı kendisi halı saha maçı yapmak ister ya neyse... Üstelik sadece Türk erkeği değil, yabancı sitelerde oyun oynamaktan sevgilileriyle ilgilenemeyen(!) erkeklerin bahsedildiği site çok...) bir naz niyaz çekme, ne sen sor ne ben söyleyeyim. Her ne kadar rüya gibi olsa da hiç gerçekçi değil... Bir de unutmadan ekleyeyim, öyle alfa erkeği ki bunlar hep başka kötü adamlar bunların alfalığına karşı kendilerini kanıtlamak adına adına hep bu delikanlılarımızın biricik sevgililerini/eşlerini kaçırıp, alfa erkeğimizin de nevrini döndürüp günü kurtarmasına yardım ve yataklık ediyorlar. Yani seri bir kadın ve erkeğin birbirlerini ilk gördükleri anda aşık olmaları ve üç beş gün içerisinde evlenivermelerini anlatan olaylar dizisinden ibaret. Bir giriş, bir gelişme,  olayların bir düğüm hali, bir karakterlerin şahsi gelişmelerini çözümleme yok. Tanıştılar, aşık oldular, Christian aşkından sado-mazo fantezilerinden geçiverdi Anastasia da onu bu şekilde geri kabul etti ve evlendiler. Araya da bol bol seks (Christian’ın tabiriyle düzüşme) sahnesi de kattık mi 3 kitap çıkmış ortaya. hülyalara dalmak istersen fena değil, senin için tamamen değişen bir erkek, bütün kadınları hayali. Oku oku mutlu ol sonra kendi sevgiline kız, "Sen niye Christian gibi değilseeaan!?" de. Benim Anastasiadan neyim eksik diye düşün, (ben neyim eksik biliyorum, louboutinlerim, bir çift louboutinim olaydı binaokur kesin benimle evlenmek isterdi...) sonra moralini boz.

        Hani diyorsan "Vuhuu seksiymiş hem, Alacakaranlığı da sevmiştim bir de yetişkin versiyonunu okuyayım..." eyvallah, bu Elli Ton serisi tam sana göre. Ama yazıktır günahtır, yapma... N'olur, okumayın şu bestsellerları. İlla çok okunmuş kitap istiyorsanız gidin Harry Potter okuyun, Yüzüklerin efendisi okuyun allahaşkına.. Başlatmayın Alacakaranlığınızdan, Elli Tonunuzdan. Gidip kokuyu okuyun. Filmini izlemeyin, hayır, kitabını okuyun! Kitabın 4/5i boyunca hadi, nolur artık, bıktım taş toprak kokusundan, hadiii diye sızlan, mızıldan sonra kitabı bitir, "hassiktir! hassiktir! hacım... Oha! Ya ne kitaptı be..." diye kendi kendine en az yarım saat konuş. Emin ol "Christian ile Anastasia sürekli sevişiyorlar ya" demekten iyidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder